Resim: Lisa LaRose
Öykü_
Güneşin ısıttığı sıcak toprağa iki narin ayak yerleşti. Çok uzaklardan gelen ve dinlenmek için biraz duraklayan bir iskelete aitti bu etsiz, derisiz, tırnaksız ayaklar. O durdukça topuk kemikleri toprağa iyice gömüldü. Parmak eklemlerinde yeni filizlenen sarmaşıklar vardı. Taze, yeşil dalları bileklerine varıncaya kadar kemiklere dolanıp onlara sıkı sıkı sarılmış, kaval kemiklerine uzanmıştı. Mavi, beyaz, pembe mini mini çiçekler açmıştı.
İskelet sade bir kemik yığını değil dikey bir bahçeydi de. Ayaklarından kafatasına kadar bitkilerle donanmıştı. Göğüs kafesinde ve leğen kemiklerinin arasında iri, rengarenk çiçekler vardı. Sarı, Mor, beyaz, kırmızı, mavi, pembe…
Omurgasına dolanan sarmaşıklar kafatasına kadar ulaşmıştı. Kafatasında ise çiçeklerden bir taç vardı. Hanımeli, gül, sümbül, yasemin, biberiye ve daha yüzlercesinin birleştiği bir kokuya sahipti.
Yeterince dinlendiğine karar verdiğinde yürümeye başladı. Toprağın üzerindeki çatlakların birleşip ayrılarak oluşturduğu desenleri eze eze yürüdü. Pürüzlü toprağa, üzerinden dökülen yapraklardan ve çiçeklerden izler bırakarak yürüdü. Bulutsuz gökyüzünün kızıl toprakla birleştiği ufka bakarak, kendine sığınacak bir ev, sıcak bir yuva bulmak ümidiyle yürüdü. Arada bir dönüp arkasına baktı. Bazen korkmuyor değildi. Ölüm ona hep arkasından yaklaşırdı.
Yoluna çıkan derin bir yarığın içine düştü. Bir ayağı omuzuna takılı, bir kolu diğer bacağına dolaşık halde yığılıp kaldı. İlk kez düşmüyordu. Toparlandı ve ayağa kalktı. Önünde, yeni bir yol vardı. Daracık tünellerden toprağın derinlerine doğru ilerledi. Ölmüş ağaç köklerinin saçaklarını elleriyle iki yana ayırarak aralarından geçti. Her seferinde biraz çiçek döküldü üzerinden. Önce beyaz bir elma çiçeği, sonra mavi yıldız, pembe güller ve tomurcuklar.
Çok fazla tünel vardı. Bir vücudu saran damarlar nasılsa öyle sarmışlardı toprağı. En yoğun oldukları yere, toprağın kalbine doğru yürüdü tıkırdayarak. Bütün tünellerin birleştiği yerde bir kukla gördü. Ayakta ama cansızdı. Bağları çok gergindi. Uzun siyah saçları vardı, zarif bir boynu, geniş omuzları, küçük göğüsleri, ince beli, geniş kalçası, uzun bacakları…
“İşte,” dedi iskelet “sıcak bir yuva.” Kuklaya iyice yaklaştı. Giysilerindeki tozu silkelerken avuç içlerindeki küçük yeşil yapraklar savrulup onu taşıyan zemine serpildi. Kemikten parmaklarını kuklanın bedeninde gezdirdi. Etrafında döndü ve karşısında durdu. Leğen kemikleri arasından kadife yapraklı, kırmızı bir gül alıp kuklanın saçına taktı. Kukla derin bir nefes aldı. Solgun yüzü canlandı. İskelet, işaret parmağını kuklanın kollarını tutan iplerden birine sürttü, ip koptu. Kukla sallandı. Sonra diğer kolunu tutan ipi kesti. Kukla yaylandı. Başını tutan ipi kesti. İp kopar kopmaz kukla yere serildi. İskelet onu, üzerindeki çiçeklerin tatlı ve mis kokulu özleriyle besledi. Kuklanın göğsünde bir kıpırtı başladı. İskelet dinledi. Bir müzik duydu. Kendisini çağırıyordu.
Kuklanın göğsünü boydan boya açtı. Onu giyindi. İçi karanlık, derin bir boşluktu kuklanın. Neyse ki tam göğsünde yanıp sönen bir ışık vardı ve sıcaktı. Mor, yeşil, sarı kıvılcımlar etrafında dönüp ışıktan çizgiler bırakıyordu. Bir de onun müziği duyuluyordu yanıp sönerken.
İskelet gevşeyip kendini kuklanın bedenine bıraktı. Çiçekleri dallarını uzatıp kuklaya sıkı sıkı sarıldı. İskelet ve kukla kenetlendi. Artık ne iskelet iskeletti ne kukla kuklaydı. İkisi bir kadındı.
Kadın karanlık tünelde ayağa kalktı. Yere ilk bastığında sendeledi. Bir süre dengesini bulmaya çalıştı. Buldu da. Kendine dokundu. Çok heyecanlandı. Başka türlü bir histi bu. Parmak uçlarıyla duyabiliyordu. Ayaklarının altındaki toprağı hissedebiliyordu. Rutubet ve küf kokusunu alabiliyordu. İçindeki müziğin ritmi yükseliyordu.
Ağzında bitki özlerinin tadıyla, bileklerindeki ipleri peşi sıra sürükleyerek yürümeye başladı. Tünel sıcak ve nemliydi. Terden ıslanan vücudu kir içindeydi. Saçlarının ucundan topraklar dökülüyordu. Eğildi, büküldü, tırmandı. İlerledi. Ağaç köklerine takılıp tökezledi. Gözleri karanlıkta görmüyordu ama içindeki iskelet ona yol gösterdi.
Az sonra bir ışık gördü. İçeri incecik ışınlar süzülüyordu. Yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Tünelin sonu gelmişti ama yol gittikçe daralıyordu. Bir müddet eğilerek yürüdü sonra ellerini yere koyup dizlerinin üzerinde emekledi. Artık iyice sıkıştığında yere uzandı. Geri dönmek istedi. İçinden bir ses devam etmesini söylüyordu ama bunu yapmak kolay değildi. Yine de sürünerek ilerlemeye çalıştı. Kolları bedenini çekmekten yorulmuştu. Ayak parmaklarıyla kendini öne doğru itti. Başı tünelden çıktığında derin bir nefes aldı. Temiz hava ciğerlerini yaktı, başını döndürdü. Şimdi daha güçlü hissediyordu. Sağ eliyle toprağı eşeleyip genişletmeye çalıştı. Sonunda kolunu dışarı uzatacak kadar yer açtı. Ardından diğer kolunu çıkardı. Yerdeki otlara tutunarak kendini dışarı çekti. Bir süre öylece kaldı. Bütün vücudu yorgunluktan titriyordu. Yeterince dinlendiğinde kalktı. Güneş’in ısıttığı toprağa ayaklarını sağlamca bastı. “Merhaba” dedi bir ses. Etrafındaki kayaların arasında yeniden ve yeniden doğarak çoğaldı. Ağaçların arasında azalıp uzaklaştı. Kadın arkasını döndü. “Merhaba”