Mektup_
Sen hiç Rüştü Şahin’e mektup yazdın mı Mesaadet? Yazmamışsındır. Parmaklarının Dürrüzadeler’e has soyluluğuna zeval gelmesin diye ucundan tutuverdiğin kalemle Rüştü Şahin’e, olmayan bir Rüştü Şahin’e, iki satır karalayıvermek aklına bile gelmemiştir. Ömür boyu bitmeyen aşkının dahi gücü yetmemiştir seni böyle bir zahmete sokmaya. Zaten hangi kalem, hangi kâğıt senin tenini yormaya yaraşır? Ve hangi mürekkep yavaşça dağılıp izini bırakırken senden biraz değer kaybettirip, Rüştü Şahin’e biraz değer katıp sizi ortak bir itibarda buluşturur?
Eğer öyle bir mektup yazabilmiş olsaydın, ben de onu okuyabilmek amacına sıkı sıkıya sarılırdım. Çünkü merak ederdim yetmişini aştıktan sonraki yıllara değil de henüz gücünün ve güzelliğinin yerinde olduğu vakitlere denk gelseydi o hayalin önünde belirişi, ona neler derdin. Sığıştığın o oda ve sıkıştığın onca eşyanın arasından konuşmasaydın, henüz beğenilmiş, henüz öpülmüş, henüz bir iltifatla gönenmiş olsaydı için bunca canlı dolanır mıydı kanında sana ilk dokunduğundaki heyecanın?
Bir anlığına ikinizin de şu dünyada yaşlandığını tahayyül edelim. Senin berrak teninden, soylu kanından ve hiç bitmeyeceğini sandığın güzelliğinden günde günde çekilen gençliğin, Rüştü Şahin’in de boynunun kendi boynunda duyumsadığın gerginliğinden, erkeğe yaraşır diye tarif ettiğin burnunun uç kıvrımından ve nihayetinde duyduğunuz tüm heyecanlardan da yavaş yavaş çekilseydi, o aynada o görüntü öyle canlı belirir miydi? Şimdi bir salı günü şapka kutusundan, ipek kâğıtların arasından adi bir kâğıt olarak düştü de önüne öyle canlandı tüm diriliğiyle. Hatırasının ötekiliği bile avucunda ezilen hanımelinin kokusu kadar taze. O bile senin, merdiven başından aşağı doğru bakan Mesaadet’in konumuna uyumsanamamış. İki dünya bir araya gelse kavuşamayacak iki insan yaşam ve ölüm arasında bir hatıradan öteye geçememiş.
Geçmişin kendiliğinden ve beklenmeden bugünün olurken, sen damarlarından çekilen gençliğini bir anlığına daha aynı tazelikte duyumsamak için belki on Rüştü Şahin feda ederdin. Belki onu hiç kaybetmemiş olsaydın yani onu da o şapkalar gibi yan yana dizip bakabilseydin belki de bu kadar sevmezdin. İnceden inceye ailesinin bayağılığıyla, vatan bir seninle mi kurtulacak deyişinle, annenin onlara açmadığı salonun haklılığıyla ona olan mesafeni tekrar ederken sen, Rüştü Şahin’e duyduğunun sahip olamadığın yeni bir porselen bebeğin yahut yeni moda bir elbisenin özlemiyle denk olduğunu anlayamadın.
Teninde hissettiğin belki Rüştü Şahin’in sıcaklığı değil de hiç yakın olamadığın babana, kucağında uyuyamadığın annene, hiç hayır diyemediğin ailene yok diyemeyişinin yeni yetme isyanıydı. Nadir olan, tahmin edilemeyen bir sahiplenmenin her güzel şey gibi güzel bir adama da sahip olmanın heyecanıydı. Bir sokak satıcısından aldığın, hiç tatmadığın ve tatmayacağın, soylu ağzına, inci dişlerine ve hiç kederden yıpranmamış dudaklarına yakışmayan bir tatlıyı ağzına atıp dilinin üzerinde yuvarlayıvermenin, sonra alelacele, kaçamak bir yutkunuşun hazzıydı onu sevdiğini sanışın. Üstüne bir bardak su içebileydin geçecekti. O bürümcük kumaş gibi işlenmiş demir kameriyede, o ayın ışığını bile geçirmeyen koyu karanlıkta yarım kaldığını sandığın bir sevda olduğu için bunca anımsayışın. Belki zaten hepsi bu kadardı. Hiç gitmeseydi yahut gittiği yerden dönseydi de bu kadardı.
Annen Perran Hanımefendi senin içindeki o yaşından, boyundan ve taşıyabileceğin güçlükten öte kopuşa bir karanlığın ayırt edilemez boşluğuna bakar gibi bakmasaydı, seni dizine yatırsaydı misal, ne oldu diye sormasa da gözyaşlarının elbisesine düşüp dağılmasına izin verseydi… İster miydin hiç? O zaman, o çatı katında karanlığın arasında değil de acının arasında kaybolan o körpe kızdan aldatıldığını öğrendiğinde üzülmekten, incinmekten ziyade menfaatini düşünüp ona göre hareket edecek bir kadına dönüşmezdin belki. Bir kayıp, gönülsüz bir evlilik tüm insani duygularının üzerinden bunca ezicilikle geçmezdi. Pazarlar sadece belkilerin, keşkelerin, gelmeyecek olanı beklemenin mabedi haline gelmezdi.
Ben yine de tiksindiğin kalabalığın arasında Rüştü Şahin’i göremediğinde senin elini tutmak isterdim. İçinde yırtarak yuvarlanan ağırlığa omuz vermek, kanayamadan pıhtılaşan yarana üflemek… Ağlamana hak verilmeyen bir ölümün belgesini hiç zorluk değmemiş bir avuçta tutmak kolay değil. Ayan beyan yaşayamadığın bir yasın renklerine bürünmek zor. Zamanın çarpa çarpa ufaladığı hafızasıyla Edadil kalfa bile acını anlamışken annenin kör olmasına dirayet gösterebilmek güç. Bu ancak senin gibi olması gerektiği şekilde davranmanın terbiyesini alanların harcıdır.
Şimdi ölüme sürüldüğün o odada, zihninin çatı katında, karanlığa doğru gitgide koyulaşan ama gözün alıştıkça ilk günkü kadar gerçek, hiç olmadığı kadar kanlı canlı bir aşka dönüştü anıların. Pazarları beklemeden sarıl onlara. Gün gelir o incili yorganın altında, yatağın hiç yatamadığın, dolduramadığın yanına doğru uzanır sırtın. Bir taş ağırlığıyla duran o boşluk, içindeki o yokluğu daha da koyulaştıran, derinleştiren, günden güne bir ipek mendilin üzerinde damar damar yayılan leke gibi hayatını saran, senden bir parça olan özlemi daha da büyütüp koca bir boşluğa dönüştüren o varlık yok olur da, sen de boylu boyunca uzanırsın yatağa. Sonra hiç açmamacasına yumarsın gözlerini.
İşte o an, geleceği günden kaçtığın ölümden hiç korkma. Velev ki sen ölüp gittin, velev ki Füruzan bile yırtıp attı seni. İzmir’in sokaklarına değmeden basmışlığın, bir tüy gibi yürümüşlüğün ölmeyecek. Geçtiğin yerlere saçtığın güzelliğinin tılsımı hiç dağılmayacak. Gerçekliğin hiç bozulmayacak.
Senin avuçlarından hanımeli sinmiş bir rüzgâr esecek tüm kavuşması mümkünsüz aşkların üzerine. O da senin ölümsüzlüğün olacak misal. Her aşk acısı yeniden ve yeniden seni doğuracak.
Rüştü Şahin’in parmakları arasında kaydırdığı lülelerin hep öyle duracak. Biz beyazlamış, rengini yitirmiş halini hiç hatırlamayacağız. Ev süslerini yapıp kristal aynalar önüne geçmiş halini anacağız senin. İçimiz kamaşacak.
Aşkının ağırlığından tüm rengini toprağa salıveren çimler hiç ölmeyecek. Gökte öylece duran ama sizi açık etmeyen dolunay, yalnız öten gece kuşu, Rüştü Şahin’e sıkıca sarıldığında dinlediğin capcanlı atan yüreği bile varacak sonsuza.
Tüm gençliğinin ince kurdu ölüm acını, görülmeyen pırlanta bir broş yapıp yakanda taşımışlığın da ölmeyecek. Dinmeyen bir iç sızısı olan her kadın hatırlayacak seni. Sevdiğiyle kavuşmayı öldüğü ana bırakan her kadın yolundan yürüyecek.
Ölümün pençesinden kurtulan eşyaların senin ölümsüzlüğünü tekrar ve tekrar yazacak. Kaç eve, kaç hayata dağıldılarsa sen oralarda yeniden var olacaksın. Korktuğun gibi ufalıp yok olmayacaksın. Dağılacak, çoğalacak, imkânsızlığı yeniden yazacaksın.
Rüştü Şahin Mesaadet’ini bekler. Yum gözlerini. Bu sana gül mevsimidir.
“Mesaadet’e” için 4 cevap
Yasemin Hocam bir solukta okudum. Başta bir eleştiri ve isyandan sonda yine imkansız bir aşka dönüşen yazınız çok güzeldi. Cümleler, anlatmak istedikleri çok güzeldi. Elinize ve kaleminize sağlık. Çok beğendim.
BeğenLiked by 1 kişi
Canım Sakine hanımcım, çok teşekkür ederim. Beğenmenize çok sevindim.
BeğenBeğen
O kadar güzel bir yorum ki. Çok beğendim ve heyecanla bitirdim. Çok gerçekçi okurken yaşadım.
Elinize, kaleminize sağlık, imrendim.
Başarılarınız daim olsun.
BeğenBeğen
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim Sultan hanım, sevgiler.
BeğenBeğen