Öykü_
(Bu öykü, Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği Ekşi Elmalar filmindeki Safiye karakterinden esinlenerek ailesiyle kalmak yerine mühendisle kaçmayı seçseydi neler olurdu sorusu üzerine kurgulanmıştır. Senaryoya ve karaktere birebir bağlı kalınmamıştır.)
Sabahın olduğu ne saatin vuruşundan ne güneşin doğuşundan belli olurdu. Önce hafiften başlayan, sonra hızlanan bazen telaşa kapılan ayak sesleri, açılıp kapanan kapılar, sonrası tabak çanak tıkırtısı… Bu sesler daha yeni tazelenmiş uykunun tatlılığını hiç konuşmadan böler, sabahın yatakta bıraktığı tatlı ılıklığı güç kullanmadan sonlandırırdı.
Güneş ev ahalisinden ikisi için daha farklı ve belki daha parlak doğardı. İşe giden baba, okula giden ortanca kız… Baba evin doğal reisliğinin kibrini, kız üç kardeş arasından seçilmişliğin gururunu taşırdı. Bu ikisi özenle hazırlanır, diğerleri sorgulamadan hizmetlerini yerine getirirdi.
Odanın tam ortasına yayılan bir örtü, üstüne softa altı, en üstüne bakır bir sini… Bakırın çıkardığı düzenli ama ölçülü tık tık tık sesleri… Üzerine yerleşen yiyecekler… Sıcak çorbanın buharı… Kışın odun çıtırtısı… Çorba kokusu… Tüten sobadan çıkan dumanın öksürüğü… Pencereyi arkasına alan babanın siluetinden taşan ışığın kızın üstüne doluşu… Gözlerinin kamaşması… Hakkıyla açamadığı gözlerinin içinde yeni günün yeni bir bayramlığa benzer heyecanı… Olmadık ve olmayacak hayalleri…
Sonrası…
Evin erkeğinden başka dışarıya açılan tek pencere olma aydınlığıyla eşiği atlayışı…
Sonrası sevinç…
Sonrası birbirine dolanan, çamura batıp çıkan adımlar…
Sonrası rüzgârda kayış, sanki bir buluttan diğerine atlayış.
Sonrası…
Mazi…
…….
“Mühendis Bey gelmiş, konuk odasında. Babanıza haber edin, biriniz de kahve pişirin.”
Ayağının ucuyla araladı kapıyı Safiye. Bunca yıl kapanan kapıları araladı. Odaya değil yarım kalan bildiklerine, yarım yamalak hayallerine araladı.
“Nerelisiniz mühendis bey?”
“Antalyalıyım efendim”
…….
“Bu gün bölgeleri öğreniyoruz çocuklar. İlk bölgemiz Akdeniz Bölgesi.”
“Bölge ne demek öğretmenim?”
“Özellikleri açısından benzerlik gösteren şehirler birleşerek bölgeleri oluşturur.
“Akdeniz bölgesinde hangi şehirler var?”
“Mesela Antalya”
“Siz hiç gittiniz mi öğretmenim?”
“Gittim.”
“Nasıl bir yer? Anlatsanız.”
“Çok güzel bir yer. Akdeniz’in kıyısında.”
“Deniz de mi var?”
“Evet deniz de var.”
“Başka neler var?”
“Normal bir şehir. Sokaklar, evler, sokaklarda dolaşan insanlar, çocuklar…”
“Kadınlarda mı?”
“Evet kadınlarda.”
“Deniz nasıl bir şey öğretmenim?”
“Kocaman bir su birikintisi gibi düşünün.”
“Çok mu büyük?”
“Çok…”
“Bizim buradan da mı büyük?”
“Buradan çok daha büyük. Ev kadar gemiler yüzer üstünde.”
“Taşmaz mı?”
“Taşmaz.”
“Rengi haritadaki gibi mavi mi?”
“Evet mavi.”
“Peki, nasıl kokuyor?”
“….”
…………
Tepsi titredi. Kahvelerden biri ince bir yol oldu fincandan tabağa taştı. Reis Bey sertçe bir bakış attı. Mühendis taşan kahveyi aldı. Teşekkür etti. Birisi ilk kez Safiye’ye teşekkür etti.
………..
“Nasıl birisi abla?”
“Gözleri mavi, deniz gibi. Akdeniz gibi.”
“Kız adamın gözüne mi baktın? Allah canını almasın, babam gördüyse keser seni.”
“Yok, görmedi, kahveyi verirken azıcık baktım Türkân Abla.”
“E başka ne oldu Safiye abla? Anlatsana.”
“Antalyalıymış.”
“Orası neresi?”
“Denizi olan, sokaklarında kadınların bile dolaştığı bir yer.”
“Nerede?”
“Akdeniz bölgesinde.”
“Akdeniz bölgesi ne ki abla?”
“Denizleri olan şehirler.”
“Yakın mı?”
“Bilmem!”
“Başka hangi bölge var?”
“Bir Akdeniz bölgesi bir de burası işte.”
“Burası hangi bölge?”
“Hakkâri”
“Ama burada deniz yok.”
“Zaten deniz olsa mutlu olurduk, burada babam var.”
……..
Ağır ağır ve bir o kadar sertçe aralandı sınıfın kapısı. Kibirle yere vuran ayakların rugan gıcırtısı can çekişen menteşelerin çığlığına karıştı. Bundan sonra bütün kapıların üzerine kapanmasının habercisi gibi açıldı o kapı.
Sonra elinden bir el tuttu. Babasının değil bir celladın elleri gibi tuttu. Çekti söktü sırasından. Adam yürüdü, kız ardından sürüklendi. Kara tahtanın üzerinde beyaz tebeşirle “Akdeniz Bölgesi” yazısı kaldı gözlerinde, aklında denizin nasıl koktuğunun merakı. Kapı kapandı. Ardından kapandı. Ne kaldıysa ardında kaldı. Bir daha hiç açılmadı.
…….
“Kaçacak mısın abla?”
“Evet. Uzak ama güzel oralar. Hem yeşil hem mavi düşünsene.”
“Peki, seviyor musun?”
“Seviyorum tabi. Kim bilir nasıl güzel kokuyordur.”
“Buluştuğunuzda hiç sarılmadın mı?”
“İyot dedi, tuzmuş iyot. Bir de yosun kokuyormuş. Yosun nasıl kokar bilmiyorum ama güzeldir elbet. Sabah ferahlığı gibidir. Yağmur serinliği gibidir mesela.”
“Mühendis mi?”
“Yok, deniz.”
……..
Denizi gördü Safiye. Yollarda, insanların arasında uzunca yürüdü. Kumlarda ayaklarını yaktı. Taşları üst üste dizdi. Bazı günler eteklerini sürüdü dalgalarda, bazı günlerse sevdiğine sarılır gibi atıverdi kendini suya. Antalya mutlu insanların şehriymiş, doğruymuş, içinden kara tahta önünde duran öğretmenine bir gülümseme bıraktı. Mühendisi de sevdi tüm bunlarla birlikte, Antalya’ya ait olan her şey gibi. Denizin kokusu sindi üstüne bir süre. Belki bir ay belki bir mevsim. Teninde tuzlar ışıldadı. Denizin rengi maviydi önceleri, haritadaki gibi. En son kırmızı gördü. Dalga dalga kırmızılar yayıldı kendinden. Yine aynı celladın eli… Deniz kırmızı oldu, Safiye deniz.
“Safiye Deniz” için 2 cevap
Safiye öldü mü?
Çok üzüldüm. Ayrı kalınca da üzülmüştüm. En azından istediğini yapıp mutlu öldü.
BeğenBeğen
Evet, benim Safiyem öldü ama dediğiniz gibi mutlu öldü.
BeğenBeğen