Dağılmak

Öykü_

Hala dehşet içindeydi. Vücudunun sarsıntısını durdurmak isteği ile yanındaki polis memuresinin koluna sımsıkı yapıştı. Boğulma hissinden kurtulmak için ağzını açıp zorla nefes almaya çalıştı. “Geçti.” dedi memure. İncecik bir kadifeliğin içinden akıp giden bahar esintisi gibi yumuşaktı sesi. Sakinleştirici ve güven verici. Dışarıdaki polis aracının mavi, kırmızı ışıkları odanın içinde seyire seyire dolaşırken, bir kabustan uyanmış gibi etrafına bakındı. O’nu oturduğu döşemenin üzerinden kaldırdılar. Cam kırıkları arasında koluna girerek dışarıda bekleyen ambulansa götürmek istediler.  Ama o yürüyor muydu, uçuyor muydu bunu ayırt edemiyordu. Alçaktan süzülen bir kuş gibi yere yakın, bulutların arasında dolaşıp duran bir rüzgâr gibi göğe yakın hissettiren bu tuhaf baş dönmesiyle yürüyemeyecekti. Getirdikleri sedyeye, titreyen vücudunu ağır ağır bırakırken her şey yeniden canlandı zihninde. Bütün detaylar giderek bulanık ve karmaşık bir halaldı.

Nasıl farkına varmıştı? Nasıl bulmuştu o kadınların soğuk, katılaşmış, kurumuş, kokuşmuş parçalarını? Kocasının öfkeli yüzü ne ara sokulmuştu burnunun dibine? Canını nasıl yakmıştı? Elinden ne ara kurtulmuştu da polisi aramıştı? Sonra nasıl da kıskıvrak düşüvermişti yeniden pençelerinin arasına? Bu canavar nasıl sevgilisi gibi görünebiliyordu? Ya da sevgilisi nasıl bir canavardı? Demin olanların hepsi darma dağın yapboz parçaları gibiydi zihninde. Onları bir araya getirip doğru yere yerleştirmeliydi. Ancak o zaman anlamlı bir resim ortaya çıkabilecekti.

Gözlerini hastanede açtı. Tıpkı birbirlerinin sıcağına sokulup sarmaş dolaş uyandıkları sabahlar gibiydi bu uyanış. Ardından derin bir kasvet, ruhunu eğip bükmeye başladı. Sonsuza kadar uykuda kalabilmeyi ya da berbat bir kabustan uyanmış olmayı diledi. Ama her şey şu koluna bağladıkları serum gibi gerçekti işte. Kocası bir seri katildi. 

Duyduklarına inanamıyordu, gördüklerine de. Bütün sözler, izahlar, hadiseler yanı başındaki polis memuresinin kadife sesini yırtarak gün yüzüne çıkıyordu. Zihninin ta derinlerinde bir ses yankılanıyordu: “Birlikte çok mutlu olacağız.” Sonra başka bir yankı ortaya çıkıp sigara dumanı gibi ilkinin üstüne seriliyordu; “Yaşamana izin vermeyeceğim.” Gerçekler, başka başka yankıların daha eklenmesiyle oluşan koca bir uğultu denizin derinliklerinde yüzüp yavaşça yüzeye çıkıyor ve polis memuresinin sözleriyle birleşiyordu. O ise duraksamadan sakince anlatmaya devam ediyordu: “Safiye Hanım, eşinizin psikolojik sorunları olduğu öğrenildi. Bir ruh sağlığı ve sinir hastalıkları hastanesine sevk edildi. İfadesinde kadınlardan nefret ettiğini söylemiş. Cinayet işleme sebebi; vücutlarındaki bazı bölgelerin üvey annesine benzemeleri, O’nu hatırlatmalarıymış. Zaten cinayet işledikten sonra üvey anneye benzeyen yerini kesip ayırıyormuş. O yüzden cesetler parçalanmış halde bulunuyordu. Sabıka kayıtlarına göre kendisine işkence ettiği gerekçesiyle küçük yaşta üvey annesini öldürmüş ve ıslah evine gönderilmiş… Artık güvendesiniz.” 

Yalnız kalmak istedi. Biraz geriye gidip mutlu bir an yakaladı. İkisinin baş harflerinin “seni seviyorum” cümlesinin kısaltması oluşuna nasıl da çocukça sevinmişti. Şimdi bir aptal gibi hissediyordu. Kendine mutluluk kaftanından parçalar kesmeyi bir kenara bıraktı. O’na acıdı. Psikopat bir kadının yaptıklarını dünyadaki diğer kadınlara ödetmek isteyişini anlamaya çalıştı. Ama yok! O, zavallıydı ancak acınmayı hak etmiyordu. O, vicdanını da öldürmüştü belli ki yaptıklarından rahatsızlık duymamıştı. Ya o üvey annenin ırzına hangi acı geçmişti de küçücük bir çocuğun ruhuna bu şiddeti doğurup onu beslemiş ve benliğini ele geçirişini seyretmişti. Bu, çocuğun babasından alındığı zannedilen bir intikam mıydı? Böyle çarçabuk bulaşan kötülüğün Kabil’e kadar uzanışını düşündü. İnsanı ve vahşi bir hayvandan daha vahşi olan insansı mahluku birbirinden ayıran neydi? 

Safiye Serdar’ın hep insancıl yanlarını görmüştü. Çünkü Serdar böyle istemişti. Hayatı boyunca ilk kez sevildiğini hissetmişti. Safiye’nin yanında bunun tadını çıkarmak istiyordu. Öte yandan içinde biriken öfke dinmek bilmiyordu. Zaten öldürdüğü üvey annesini tekrar tekrar öldürmek onu bir türlü tatmin etmiyordu. Suretini öyle kazımıştı ki benliğine hiçbir cici çocuk sevgili anneciğinin suretini bu kadar iyi ezberleyemezdi. Bir kadının gözleri, başka bir kadının elleri, diğerinin saçları, kulakları, sesi, yürüyüşü ile O’na benzemesi, her türlüsünü çektiği acıların tadını yeniden damağına sürüp “Haydi yap!” diye dürterek kışkırtmasıydı. Öfkesini, kadın dilinden anlayan centilmen beyefendi kılıfıyla örtüp sinsice kur yaparak randevulaşıyor, kendi ayaklarıyla yanına gelmelerini sağlıyordu. Sonra üvey anneyi bir kez daha yok ediyordu. Safiye ise hiçbir şekilde üvey anneye benzemeyen, kendini gizleyebileceği bir paravan; kan ve kemik yığınları arasında dinlenebileceği bir döşekti.

Safiye Serdar’ı artık boylu poslu, yanık tenli, kara kaşlı, kara gözlü, yakışıklı sevdiği olarak görmüyor aksine bu sureti parçalayarak içinden çıkmış korkunç bir yaratık olarak hayal ediyordu. Çünkü polis yetişmeden az evvel kafasında kırdığı aynanın yere saçılan her parçasında yüzünün ayrı bir yerini görmüştü. Dağılmak insanı ancak bu kadar korkunç yapabilirdi.

“Dağılmak” için 2 cevap

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com’da Blog Oluşturun.

%d blogcu bunu beğendi: