Öykü_
Uzaktan çırpı bacaklarıyla koşarak geldi. Sıska bedeninden ciğerleri taşacakmış gibi nefes alıp veriyordu. Avuç içi kadar köy meydanının tam ortasına gelince zınk diye durdu. Susuzluktan kupkuru olan toprak, boyuna varacak kadar toz olup kalkmıştı. Sâfi kalkan toza bakan kimse oradan o cılız kız geçti demezdi. Yorgun bacaklarına doğru eğildi. Kuru kemiğin ortasına birer tas çevirip koymuşlar gibi duran dizlerinden tutunup iki büklüm kaldı. Yavaşlatamadığı nefesi kâğıt kesiği gibi yırtıyordu bağrını.
Harman vakti, hele de günün bu sıcak saatinde suspus olurdu meydan. Öldüm desen bir bardak su veren olmazdı. Bir kahveci Kâzım ve aylak çırağı beklerdi buraları. Akşama kadar ayağı aksak tahta bir sandalyenin üzerinde yarı uyuklar yarı sayıklardı Kazım. Kim bilir ne rüyalar görürdü üstünkörü gündüz uykusunda. Yıllarca nasıl benimsemişse o kuru sandalyeleri yumuşak döşeğiyle denk tutardı belli ki. Bazen uyku arasında kaşları çatık yüzü asık mırıldanır bir öfkeyle de uyanırdı. Eğer çırak durumu önceden fark ettiyse uyanmasına yakın ayakta bekler, sandalyeleri düzeltir gibi yapar, güneşten rengi atmış masa örtülerini hiç yere silkelerdi. O zaman, uyanan ustanın sebepsiz hışmından kurtulurdu. Ama arka masalardan birinde onun da içi geçivermişse vay haline. Azar kıyamet ortalıkta deli rüzgâr gibi eserdi Kazım. Bu kısa şekerlemelerden keyifle uyandıysa değmeyin ikisinin de keyfine. Kazım “aç oradan iki gazoz” diye çırağa seslenir, sıcaktan yanan içini serinletmeyi umardı. Çıraksa soğuk gazozun hatırına Kazım’ın askerlik anılarını tekrar tekrar dinliyor gibi yapar, ama esasında boğazından yuvarlanan gaz baloncuklarıyla eğlenirdi. O da nihayetinde çilli bir oğlan çocuğuydu.
Kız susuz kalmış çiçek gibi bükülen boynunu hafifçe kaldırdı. Koşarken üç adımda dönüverdikleri meydan bu gün uçsuz bucaksız geldi gözüne. Ne vardı bu kadar kalabalık olacak. Panayır yeri gibi iğne atsan yere düşmez halde. Doğru ya bu gün şehirde büyük pazar var. Minibüs bekliyor köşedeki sabırsız öbek. Erken davrananlar gidip dönmüşler, Kazım’ın kahveye yorgunluk kahvesi içmeye oturmuşlardı bile.
Herkes sus pus meraklı gözlerini kızın üstüne dikmiş bekliyordu. Kendi halinde, ölgün kalabalığın içini işsizliklerinin arasında iş bulmuş gibi bir kıpırtı alıverdi. Sessizliği ağacın gölgesinde organik ürünlerine alıcı gelmesini bekleyen genç kadınlardan biri bozdu.
“Minibüse yetişiyor belli ki”
“Kaçmadı kız kaçmadı, yavaş ol yavaş dalağın şişecek.”
“Amaan Allah esirgesin. Biz çocukken Nebahat Abla’nın oğlunu dalağı şişti de öldü demişlerdi. Gencecik çocuk, evlerden ırak.”
“Biri mi korkutmuş dediler onu o zaman konuşulup durmuştu.”
“Günahları boyunlarına, asılsız laf dediler. Sonrası bir ses çıkmadı. Dal gibi oğlanın göçüp gittiği kaldı.”
“Annesi yok babası yok kalkacak minibüste. Kimle gidecek, el kadar çocuk.”
“O süslü anası buraya da gelmiyor hiç. Yok mu satacak bir şeyi?”
“Aman sen de amma yaptın, onun kibar elleri yakışmaz bizim işlere”
Çocuksa duymaz sanan kadınlar uçsuz sohbetlerini sürdürdü. “Siz benim anneme kurban olun pörsük karılar” diye geçirdi içinden kız. Ama değil dönüp diyecek yerinden doğrulacak mecali yoktu.
Ağzında sakızı, elinde sürekli salladığı tespihiyle yılışık berber kahveden meydana doğru üç beş adım attı. Tanımsız bir cismi daha yakından görmek ister gibi eğilip baktı kıza. İncelemesi bitince, “Beti benzi atmış bu kızın yahu. Zaten bir avuç canı var. Kazım bir bardak su yolla çocukla, içsin” diye seslendi kahveye doğru.
Bu defa kahvedekilerin arasında bir uğultu başladı.
“Dedesine bir şey olmuş olmasın. Yaşlı adam nihayetinde.”
“Geçen akşam gördüm de hali hal değildi, zor çıkıyordu şu hafif yokuşu.”
“Kalp var onda kalp, inatçı adam gitmedi bir doktora.”
“Amma yaptın sen de, kalple yokuşun ne alakası var. Parmak kadar çocukluk zamanlarından astımı var onun. Ölmeden mezara koydunuz sapasağlam adamı.”
Kalabalığın içinden bir kadın akıl edip kızın yanına geldi.
“De hele güzel yavrum neyin var? Bir şey mi oldu?”
“Düştüüü, düştü…” dedi cılız bir sesle kız. Sözü biter bitmez yaşlı ağacın gölgesine yığılı verdi.
Kız sözünü bitirmeye kalmadan tombul kadın elini dizlerine vura vura kendi etrafında dönmeye başladı. “Kim düştü kiiz kim? Desene!” diye öfkeyle bağırıyordu. “Benim haylaz oğlan mı? Desene !” Kadının öfkeli sesi yükseldikçe, kızınki cılızlaşıyor söyleyeceği laflar ağzında kayboluyordu.
“Zaten hantal, kıracak kolunu bacağını, al başına belayı. Görüyorsunuz değil mi bu haylaz oğlanın bana ettiklerini. Bıktım tatlı canımdan.”
Kız susuyor, tombul kadın susuyor, hatta cırcır böcekleri bile susuyor kalabalık susmuyordu.
“Oğlan mı düşmüş?”
“Öyle diyor baksana.”
“Nerden düştü acaba?”
“Çeşmenin ardındaki yıkık duvara çıkıyorlar, oradandır.”
“Çeşme duvarından n’olacak. Alçak orası.”
“Ağaçtandır. Oradan buradan elma çalmayı adet edindi bu tok evin aç kedileri. Sanki kendi bahçelerinde yok gibi.”
“Kırık bacak da zor. Hele bu sıcak havada.”
“Şükretsin de kıytırık alçıyla kurtulsunlar. Allah vere de kafayı gözü dağıtmamış olsun.”
Kadın ne kadar telaşlıysa kocası o kadar donuktu. Oğlanın işe yaramazlığından mı bıkmıştı kadının telaşe memurluğuna mı alışmıştı? Yok yok… O koca cüssesinin altında hımbıl bir adam vardı. Demek kadının bu cayraz, yırtık halleri bundandı. Öyle ağırkanlı bir adamı sürüklemek kolay mı?
Kadın gözlerini koca koca açarak “nerede?” der gibi salladı kafasını.
Kız ağlamaktan salya sümük birbirine giren burnuna sürttü kolunu. Sonra kaldırıp o yönü gösteriverdi.
Göstermez olaydı. Kırılaydı da o çöpten kolları kalkmayaydı o yöne. Kadının kavruk teni kıpkırmızı oluverdi sinirden.
“Ulan faydasızlar ne işiniz var orada. Ne halt yemeye o paçoz karının bahçesine girdiniz?” diye kükredi. Kızın tavsayan hıçkırıkları korkudan yeniden hızlandı.
“Kavgalı değil miydi onlar?” dedi minibüsten biri
“İster misin o eli maşalı kadında çıkıp gelsin kavgaya tutuşsunlar şimdi.”
“Boşa heves etmeyin, etseler de görmezsiniz. Minibüsün kalkış saati geldi.”
“Aman sen de koca pazar kaçmıyor ya.”
“Oğlanınki de iş yani ne demeye annenin kavgalı olduğu yere girersin.”
Yukarı yoldan bir çocuk gürültüsü koptu. Onlarda telaşla, kan ter içinde girdiler köy meydanına. Hepsinin sıcak havada koşmaktan kıpkırmızı olmuştu yanakları. Meraklı kalabalığın merakı daha çok arttı. Nefeslerini tutup pür dikkat dinlediler çocukları. İçlerinde hemen hemen çoğunun çocuğu vardı. İşin ucu nerden bize dokunur diye korku sardı hepsini.
“Bulan var mı?” dedi çocuğun birisi
“Ben buldum” dedi kız artık daha belirgin bir sesle.
“Nerede?” dediler. Kaldırıp kolunu yine aynı yönü gösterdi.
“Hadi gidelim!” dedi bir diğeri
“Daha sağlam bir ip takalım ama bu sefer.”
“Bakalım yırtılmadıysa uçurtma.”
“Kuyruğunu gördüm dalın birinde.”
“Kuyruk kolay yeter ki yırtılmamış olsun.”