Mektup_
Bir garip yağmur başladı bu sabah şehirde. Geceye kadar sürdü. İnsanların her şeyi hızlıca tüketmesinden dem vuruyorlar ya sonunu bir yere bağlayamadıkları konuşmalarda; yağmur da toprağın kuruluğunu, suya açlığını, özlemişliğini bir an evvel tüketmek ister gibiydi. Öyle hızlı, öyle aceleci… On parmağıyla yemeğe dalmış nezaketsiz bir konuktan farksızdı. Ağzını şapırdatarak, kadehleri devirerek, yağa buladığı parmaklarını bir bir yalayarak… Tabağında bulamaç gibi birbirine kattıklarını taşan kaşıklarla ağzına götürerek… Ve yine höyküre höyküre konuşarak dolu ağzıyla… Çenesinden aşağı akanları masa örtüsünün kenarına silerek… Karıştırarak, bozarak, süpürerek ahengi… İşte nihayetinde tüketerek…
Hâlâ penceremi ara ara bir çocuk muzırlığıyla tıklatıyor. Geriye bıraktığı çiseyi çocuk deyip sevimlileştirmek istiyorum. Çünkü böyle sakince yağdığında pek de çekilmez değil. Perdeyi aralasam gülümseyip kaçacak. Aralamıyorum. Göresim kalmadı. Sabahtan beri öyle çok baktım ki insan sevdiği bir surete bile o denli uzun baksa sıkılır. Pencereyi açıp elimi uzatabilsem belki… Bulamıyorum nereden açıldığını.
Oralara da yağdı mı yağmur? Bugünkü her yere yeter. İllaki ulaşmıştır serinliği sana. Yazdı gittiğin. Üstünde ince bir beyaz gömlek, bir beyaz pantolon… Bunlar hızlıca kirlenir, kullanışsız dedim dinlemedin. Onca sıcağa, güneşin kızdırdığı toprağı teninde hissetmeye alışınca bu serinlik zor gelir sana. Biliyorum. Mevsimini hep yaz tutmaya elim erse yapardım. Hem uzak hem de benim mevsimlere hükmetmek gibi bir kudretim yok. Tek kudretim var olabildiğim tüm ve en küçük parçalarımla dahi seni sevebilmek. O yüzden dökülüp yere düşen saç tellerimi bile, bir anlığına da olsa seni sevmeyi tanıdı diye saklıyorum. Senin sırtının orta yerinden başlayıp ayakuçlarına doğru yayılacak üşümeni duyuyorum içimde. Buz kesiyorum. Böğrümden kasıklarıma doğru bir üşütme ağrısı saplanıyor. Adım atamıyorum. Bir ağlama tutturuyorum sonra. Ağlamayla geçseydi… Bu sene sonbaharı ve kışı yaşamadan ilkbaharı görmenin duasını yapıyorum her gece. Elimden bu gelir bir tek.
Ben yağmurlu havaları sevmiyorum. Güneşin yeni açan ışıltılarının, yapraklarla birlikte patladığı bir bahar sabahı doğduğumdan belki. İçgüdüleriyle hareket eden canlıların ilk gördüklerini anneleri sandıklarından bahsedilir. Hiç şahit olmadım. Okuduklarımın yalancısıyım. İnsan dediğin de bir hayvan değil mi nihayetinde. Ben de ilk gördüğüm aydınlığı asıl dünyam sandığımdan diğerlerinde sürgünde hissetmem normal diye kabullenirim hep. Seni iç aydınlığım saydığım gibi. Belki de bitmeyen iç sıkıntılarıma uydurduğum kılıflardır bunlar kim bilir.
Sen gittiğinden beri çokça mektup yazıyorum sana. Gönderin diye veriyorum. Zarfların üzerine yazdığım adrese kadar posta gider mi bilmiyorum. Bölük pörçük bir şeyler hatırlıyorum. Sonra hepsi gidiyor. Bir sen kalıyorsun. Gelmeyeceğini söylüyorlar. İnanmıyorum onlara. Gelirken ben getiririm belki zarfları, dizime yatırıp ben okurum sana. Bırakırsalar. Şimdiye kadar olmayan insanların tamamı belirdi etrafımda. Tanımıyorum yüzlerini. Hiç görmediğim bir kalabalık. Kuru, donuk. Ekseriyetle beyaz giyiyorlar. Senden görüp özenmiş olsalar gerek. Hâlbuki sensizliği yaşamak istiyorum, sessizlik istiyorum. Çok mu bu arzum? İnsan gönlünce yalnız kalabilmeli. İzin vermeliler buna. Bu da bir nezakettir nihayetinde. Ama yağmurundan insanına her şeyin nezaketini kaybettiği günlere kaldım, hem de bir başıma.
Tez gel emi. Böyle umuyorum.