İnceleme_
Maksim Gorki’nin toplumsal hayatı ve insanların değişimini anlattığı romanı Artamonovlar’a uzun zaman önce başladım. Hayatıma yeni bir aydınlığın yer ettiği günlerdi. Nasıl seçtim, hangi duyguyla başladım hatırlamak güç. Çünkü bunlar da değişen şeyler. O zamandan ve bu zamandan baktığımda çokça anlam gölgelenmesi yaşanacaktır. Tıpkı bir ışığın bir cismi ve o cismin gölgesini şekilden şekile sokmasına benzer bir eğip bükme bu. Zaman da duyguları eğip büker, hatırladım sandıklarının üzerinde muazzam bir illüzyon yapar. Sen yaşadım sandıklarını alır, karşına koyar ve öyle hatırlarsın.
Sonrasında ara ara ve bölüm bölüm okudum. Yine bu ara aralar ve bölüm bölümler neye göre kendine yer buldu bilmiyorum. Ama ruhumun orada, o 1863’ten 1917’ye uzanan zamanda, üç kuşak Artamonov ailesinin toprak köleliğinin kaldırılmasından Ekim Devrimi’ne kadar geçen sürede toplumla birlikte değişimlerinin tam ortasında olmak istediğimi biliyorum. Yazarın topluma tuttuğu bir ayna olan ailenin, ne yazık benim kişisel tarihimin bir yansıması olduğunu da görüyorum.
Bu yazıyı yazmadan önce yaptığım araştırmalarda Gorki’nin fikrini Tolstoy’a da anlattığını not almışım. Tolstoy’da yazarın fikrine, tarihi olayların insanları benzer şekilde etkilediği bu nedenle bir ailenin biyografisi ile toplumsal değişiklikleri anlatmanın mümkün olabileceği yönünde destek olduğunu da yazmışım. Aldığım notları okurken nasıl başlamam gerektiğini düşündüm. İlya Artamonov, büyük oğlu Pyotr, küçük oğlu Nikita ve yeğeni Aleksey’in yıllar boyunca hizmet ettikleri beyin yanından ayrılıp kendilerine yeni bir hayat kurmak için Dryomov’un kentine geldiklerini, baba İlya’nın bir keten fabrikası kurduğunu, beklenmedik şekilde ölümünün ardından da işlerin başına Pyotr’un geçtiğini, Nikita’nın Aşkı Memnu’ya benzer bir hikâyeyle manastıra yerleştiğini, ailenin sıvaları çatlayıp dökülen bir duvar gibi günde günde viraneleştiğini, 1917 Ekim Devrimi’nde işçilerin fabrikayı ele geçirip Pyotr’u, eşi Natalya’yı ve uşakları Tihon’u tutuklamalarıyla romanın sona erdiğini anlatabilirdim. İlya Artamonov’un kurduğu fabrikayı, çalışmak, çok çalışmak ekseninde hayatları, işveren, işçi çatışmalarını anlattığını uzun uzun yazabilirdim.
Sonra durdum. Bunu herkes yazar. Bir kitap incelemenin eni boyu ne olmalı diye düşündüm, baktım, okuduklarımla kıyasladım. Daha önce defalarca incelenmiş bir kitabı tekrar incelemenin bir anlamı olmalı. Bir de Gorki’nin kalemini incelemek benim neyime? Ben bir Fidan Köksüz’üm. Öyle düz, dümdüz, bir baltanın sapı olacak kadar bile kalınlaşamamış bir Fidan. O Gorki, Maksim Gorki. Onu anlayabildiğimi iddia edebilmek… Manasız işler!
Önce kendimi anlamalıyım dedim, bu kitabı okurken ki beni. Sonra “Ne hissettin?” dedim kendime, “gerçekten ne hissettin, başlarken, devam ederken, biterken?”
Sayfa sayfa değişen, tükenen bir ailenin tam göbeğinde durmak kolay değildi. Onlarla aynı masaya oturmak, salonun başköşesinde fark edilmeyen bir konuk olmak, herkesin sırrını bir bir bilmek, odaları dolaşmak, kapıları açmak, duvarların ardını duymak… Güneşin ağarttığı perdeler gibi sezilmeden renklerini bırakışlarının şahidi olmak… Ve durduramamak.
O kanlı canlı karakterler arasında ben kimdim, hangisiydim? Artamonovlar’dan birisi olsam hangisi olurdum? Tüm tırnaklarını geçirdiği hayattan ancak tırnaklarının arasında kalanlarla göçüp gidebilen İlya mı, salağa yatmanın kitabını yazan Natalya’mı, mucizelere inanmanın suyunu çıkaran sonra o suda boğulan Nikita mı, yoksa nefretle sadakati birbirine karan Tihon mu? Çıkıp giden, silinip yiten, yavaşça sayfaların kelimelerin arasından sıyrılan hangi karakterin peşinden yürüdüm? İçimde hangisini buldum? Cevap veremedim. Belki hepsini, belki hiç birini.
Artamonovlar toplumla birlikte değişirken; ben içimde benlerle kurduğum ailenin değişimini, çatırdayışını izledim. Hangi toprağın kölesiydiler ve hangi babaya itaati terk ettiler onun sorgusunu dinledim. Ruhumun yozlaşması, kendini kaybetmesi, başkalaşması ve çıkış noktasına yabancılaşmasıyla yüzleştim. Benim içimdeki toplumun, içimdeki düzenin ve o ben olmayan benlerle kurduğum yedi kuşak ailenin yıkımına doğru sancılarını hissettim.
“İnsanlar yarını değil, dünü yaşarlar; insanların hepsi böyle yaşar.” cümlesini okuyunca durdum. Düşündüm. Yarının idrakinde olabilseydik, olasılıkları hesap edip kavrayabilseydik öyle dimdik yürür müydük yarına? Sanmam. Bugünüme on yıl önceden baksam yine de yaşamayı tercih eder miydim emin değilim.
Şimdi baksam; her yaşımın, hani gerçekleşmesini işten bile görmediğim hayallerin, planların bir buz parçası gibi eriyip gideceğini, sadece ve sadece iz olarak bıraktığı suyun buharlaşınca öyle bir kütlenin varlığının bile unutulacağını, hayat önümde bir pislik çuvalı gibi yığılmışken bir zamanın hayallerinin esâmesi bile okunmadığını ve umut kırıntılarımın bile kırıla kırıla yok olacağını, eksileceğimi, sevdiklerimin olmayacağını ve umulmadık bir dünya acıyla yoğrulacağımı, yorulacağımı insanlarla, en sağlam dallarımın kırılacağını, dostluklarımın hatırlanmayan bir arkadaşlığa dönüşeceğini, hatıra diye sakladıklarımın neyin hatırası olduğunu anımsamayacağımı, bu gazoz kapağını, boş parfüm şişesini unutacağımı, yokluklara alışacağımı, daha az, daha fersiz, sadece ve sadece göstermelik güleceğimi, bu saatten sonra ve o saatten sonra yaşamın anlamsızlığının içinde minik bir kum tanesi ararken ve sonum görünür olmuşken hala umut etmenin anlamsızlığını, ellilere merdiven dayamış, dayayabilmiş, romatizmalı, kolesterollü, belki tansiyonlu ya da kanserli, en iyi ama en iyi ihtimalle depresyonlu ama alışılmış, ovalaya ovalaya içime yedirilmiş bir depresyonlu, yerleşmiş ve artık yaşayışım haline gelmiş, hem öyle bir yaşayış ki bir pencerenin, belki balkonun bir köşesinde hem de değişmeyen bir köşesinde, her gün değişen ama benim fark edemediğim bir gökyüzüne dur bu çok iyimser oldu, gökyüzüne bakan bir ev, bak hala kurulabilen hayaller var yazarken anlıyor insan, dur değiştiriyorum muhtemelen bir evin penceresine, balkonuna, iyi ihtimalle hava boşluğuna bakarken görsem kendim, on yıl önce neden soğuk bir denizin, henüz duyumsayabilen tenime değen ve henüz kirlenmemiş sularında sakince ve bir film sahnesi gibi köpüklü ve mavi, beyaz elbiseli, dağılan kahverengi, henüz beyazlamamış kahverengi saçlarımla kaybolmadığımı sorgulardım.
Ne diyordu kitapta?
“Güve gibi hafif ve fark edilmez varlığımız…”
Fark edilmez yokluğumuz.
“Fidan Köksüz Yazıyor – Artamonovlar –” için 2 cevap
Artamonovlar benim için kurgu yapısı açısından çok etkilendiğim bir kitaptı. Acaba Fidan Köksüz’e ben tavsiye etmiş olabilir miym?
Okuduğum zaman herkese deli gibi bu kitaptan bahsediyordum. Ama okumayanlar için cümlelerim uzun ve sıkıcıydı.
Bu kitabın sizde bıraktığı izlere bayıldım. Ve karakterler için yazdığınız “belki biri belki hiç birisi” kesinlikle bu kitabın kurgu mantığına çok uyan bir yorum olmuş. Ellerinize sağlık.
BeğenBeğen
Evet Fidan Köksüz tavsiyeyi sizden aldı 🙂 Ama bilmediği bir hisle okumayı zamana yaydı. Söylediğiniz gibi okumayanla konuşmanın güç, okuyanla günler alabileceği bir kitap.
Yorum için teşekkürler
Sevgiler
BeğenBeğen