Şantiye Halleri

Öykü_

Sabah şeytan dürttü, hiç adetim değil telefondan maillerime baktım. Nasıl yazıyorsun? Maildeki soru buydu. Bilmiyorum yazdım. Sait Faik edası ile gerçekten bilemediğimden. Otobüsü kaçırmamak için kahvaltıdan feragat ederek –kesinlikle uykudan değil ama mailde caba olmuştu­- hızlıca hazırlandım. Zaten ne giyecektim. Kot içine içlik, polar bir üst yün çoraplar, bir kalın yelek, şantiye ayakkabıları ve kalın uzun montum. Gidilecek yer şantiye ise bu kıyafet giyilirdi. Yol iki saatse okunacak bir şeyler lazımdı. Yine hızlıca bir kitap sokuşturup çantama çıktım.

Gregor Samsa öldüğünde şantiyeye vardım. Kulaklıklar kulağımdan o vakit çıktı. Yanımdaki adamın horlamasından çok kitabın yanında hafif müzik ziyade. Yol bambaşka bir hikâye. İlham kaynağı benim için. İncelediğimde çok şey çağrıştırıyor. Yazdıklarımın bir anlamı var mı? Orasını bilmiyorum. Keşke maile yol bana çok ilham veriyor deseydim. Oysa şu anda bir öğrenenim. Nasıl yazdığımı nasıl anlamlandırabilirim?

Soğuk yetmezmiş gibi, nasıl da bir curcuna. Şantiye değil sirk. Alçıpan ustası mimar hanım mimar hanım başımda. Havalandırmacı, tesisatçı, elektrikçi hepsi fener görmüş sinek gibi üzerime doğru geliyor.  

Zamanımız az. Boyacıyı beklerken alt yapınızı hazırlayın o boyasın devam edin. O kablonun nereye olduğunu nereden bilebilirim. Havalandırmacıya sor. Adam burada. Olukları neden temizlemediniz. On beş gündür söylüyorum. Devreye alma yarın. Mesajlarınızı okumuyor musunuz? Ölçü işini halletmem lazım. Var mı başka bir şey?  O gaz alarm cihazını takın ha.

Teras çatıya tünemiş martılar bile bana garip garip baktı. Yumurtalarını bırakmışlar. Ölçü almam lazım; gözüm onlarda. Nasıl da koruyorlar yumurtaları cıyık cıyık bağırıyorlar azıcık yaklaşınca. Martılar ve karşıdaki marinadaki tekneler de bir yazma nedeni olabilir mi?

Ben de cıyık cıyık bağıracağım şimdi! Tüm şantiye hazır olsun.

 -Ahmet, Ahmet. Lazer metre nerede da?

Arada “da” kelimesini de eklerdim onlara bağırırken. Dalga geçme ya da bir mizahi yön olarak değil.  Onu kullanınca daha çabuk anlıyorlardı. Ya da bana öyle geliyordu.

-Burada yettim.

-Çay içiyordun değil mi arkada?

-Getiriyim mi?

-Soru mu? Hasan olsa çoktan getirirdi. Öbür şantiyedeki arkadaşından dem vuruyorum.

-Aaaaşkolsun dedi. Heyecanlanınca kekelemeye başlardı. Üzüldüm. Ne gerek vardı şimdi kardeşleri birbirine düşüren kötü anne rolüne bürünmeye.

-Buradan başlıyoruz. Bu ölçüyü bugün bitirmemiz lazım.

 Elektrikçi sağdan bağırıyor. Bu kablo projede yok. Ara kontrolle konuş.

Lazer çıkalı mertlik bozuldu. Ben projeyi çantada bulup açana kadar 4 ölçü söyledi. Yavaş ama. Kırmızı ışık yandı bas ölçü gelsin. Teknoloji iyidir. Eskiden üç kişi ölçü alırdık. Ben çizip yazardım. Ustalardan ikisi ölçerdi. Daha da eskiye gidersek biz üniversitede elle çizim yapardık. Kocaman beyaz bir masam vardı. Çizim masası. Üzerinde kaç kere uyumuşumdur acaba?  Rapido kalemler. Yanlış mı oldu cırt cırt jiletle silmeler. Martı bağırışıyla bugüne döndüm. Şantiye, ölçü tamam.

 -Senin şu ölçü işin yerine bütün şantiyeyi temizlemeye razıyım.

 -Peki maaşını nasıl almayı düşünüyorsun hakediş çıkmazsa?

-Burası 338 geliyor.

 338 ne 340 ne 330 338 8 cm ne kadar da önemli rölevede. Hikayedeki bozuk bir cümlenin insanı iğreti etmesi nasılsa o 8 cm de o.

 Yazarken de böyle o sekiz cm olmazsa oturmazsa diye endişe ile yazıyorum. Kıramıyorum. Mesleki deformasyon denilebilir. Tüm ölçüler birleşmeli. Yamuk kenarın çıkması için çapraz ölçü almakta şart. Oturmazsa sabun yapmak gerekir. Yani ölçüde oynamak. Sabunsuz ölçü mayasız ekmeğe benzer terimin şu anda kafamdan ben uydurmuş olsam da her çizimde sabun yapılsa da sabun yapmayı sevmiyorum. Yamuk kenarın o 2 cm bile olsa yamukluğunu daha çok seviyorum. Çerçeve oturmalı. Çizim de böyle. Ama yazıda şu anda martı uçmalı. İnşaat yumurtaya zarar vermeli. İntikam almak isteyen martı saldırmalı. Çok saçma oldu. Böyle kurgu olmaz.

-Ölçüyü doğru söyledin mi Ahmet? Bir yanlışlık var.

-Lazer ölçüyor. A bak. 210.

-Ver bakıyım.

– Bu 201 ya.

-Ööööyyyle mi?

-Kaç sene oldu ama ya? Öğrenin artık.

Yine kekeledi. Devam etmemeliyim.

-Tamam. Tamam. Arada sıfır var. Dikkat et.

 Şantiye de durduğum yerde ayağım altından üç adet kalorifer borusu, iki adet temiz su borusu geçiyor. Seramiğin hatta betonun altında. Tavanda kafamın üzerinden dört adet bakır boru, bir adet drenaj borusu, elektrik tavası ve kanallar var. –Boruların metrajlarını ve çaplarını söyleyebilirim tabi ama gerek yok.- Peki kim biliyor bunu? Ben. Hem drenajlar inşallah akıtmaz diye düşünürken hem de nasıl yazıyorum acaba diye düşünüyorum. Kafam ikiye bölünmüş. İki az olur. Bin diyelim. Eve gidip çamaşır mı yıkasam, bulaşık mı, yoksa kendime kalan zamanımda harika buharlı ütü mü yapsam sorunsalı da bu küçük küçük düşünceler arasında her gün varlığını korumayı başarabiliyordu. Geç olmasa eve vardığımda süpürge yapmak en iyisiydi ama. Reenkarnasyona inanlar hep önceki hayatlarında prens, prenseslerdir. Ben inansam kesin temizlikçiyimdir diyeceğim. Her martı sesi farklı bir düşünceye atıyor. Reklam akışı hızında kafamda düşünceler. Hadi odaklanalım ölçü.

-Kapı ölçüsü 90*210.

-Tamam.

-Kapıların ölçüsü hep aynı.

-Bu duvarın boyu da hep anı ama ölçmeden bilemiyoruz.

-Tamam. Anladım.

Ciddi felsefi kokan bir sözdü. Neyse devam etmeliyiz diye üzerinde durmadım.

 Durduğum noktadan bir kesit alsam tüm altyapı gözümün önünde. Çizebilirim. Yazarken nasıl? Durduğum noktadan bir kesit alıyorum. Geçmiş, gelecek, şu an gözümün önünde devinirken hikâye çıkıyor.

 Kontrol mühendisi geldi. Ölçü bitmedi. Pazarlamacı Gregor Samsa gibi hissetim. Aynı boş ilişkiler. Ne de güzel tarif etmişti. İş ilişkilerinin yüzeyselliğini. Bugün de ne soğuk. Bilmiyordum. İyi oldu. İki saattir ölçü alıyorum zaten. Eldivenli elle ne yazılıyor ne çiziliyor. Elim dondu. Hiç bu muhabbete giremeyeceğim. Ölçüyü bitirmemiz lazım dedim ve kaçtık. Dört yüz on dört metrekarede ne kadar uzaklaşabilirsem o kadar uzaklaştım. Bir martı cıyklaması daha geldi.

-Pencereleri de söyle bitirelim.

-İyi üşüdünüz.

-Sende soğuk muhabbetti yapma. Hadi hadi.

 Ölçü bitti. Ellerim dondu. Ayakkabılarıma baktım. Tavanın zımparalandığı gün şantiyeye gelirsen olacağı budur. Siyah ayakkabı artık beyazdı. Mor mont pembeydi. Kafamda bere vardı. O şantiye kıyafetinin şartıydı. Yazın şapka kışın bere. Ama küçük ince beyaz şeyler sivrisinek sinsiliğinde içime kadar işlediğini tutan öksürük hapşırık karışımı krizden anlamak mümkündü. Zımpara tozu dayanılmaz. Bizim boyacılar tanınmayacak halde saçları, kaşları, kirpikleri beyaz. Yüzleri de bir garip sisin ardından bakarcasına puslu. Maskenin altında sadece burunları ve dudakları kendi renginde ama onu da sadece biliyoruz. Görmüyoruz. Bilip de görmediğimiz ne çok şey var.

 -Sizi nereye bırakıyorum?

-Dur Ahmet dondum. Bir çay içiyim.

-Ali’ye telefon alacağım. Ne alsam acaba?

Buradaki bilirkişi bendim. Ne anlarsam telefondan?

-Alma daha.

Bir martı cıyklaması. Ama dur ya kenardan geçip bir çay içeceğiz. Donduk zaten.

Maile cevap gelmiş mi acaba?

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com’da Blog Oluşturun.

%d blogcu bunu beğendi: